Kapsayıcı Kurumlar Geleceği Şekillendirir- I

Türkiye’de toplumsal cinsiyet eşitliği, kapsayıcılık ve sürdürülebilir kalkınma için 40 yıla yakın süredir sivil toplumda aktif çalışmalar yürüten bir eşitlik aktivisti olan Emine Erdem ile kapsayıcılık üzerine konuştuk. İş dünyasının vizyoner liderlerinden biri olan Erdem, Sektörel Dernekler Federasyonu (SEDEFED) Yönetim Kurulu Başkanı, TÜRKONFED Başkan Yardımcısı, Global Entrepreneurship Network (GEN) Türkiye Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı olarak ekonomi ve girişimcilik ekosistemine yön veren isimlerden biri. KAGİDER’in geçmiş dönem Yönetim Kurulu Başkanı olarak ülkemizde kadın girişimciliğinin desteklenmesine de öncülük etmiş olan Erdem, aynı zamanda KA-DER Danışma Kurulu Üyesi. Emine Erdem, iş dünyasında kapsayıcılığın neden bir “iyi niyet” değil, bir “zorunluluk” olduğunu çarpıcı örneklerle anlatıyor. Bedensel engellilerden otizmli bireylere, gençlerden ileri yaştaki çalışanlara kadar her kesimin üretim sürecine dâhil edilmesinin toplumsal kalkınma için nasıl bir kaldıraç etkisi yaratacağını vurguluyor. Kadın istihdamından yaş ayrımcılığına, kamusal politikaların dönüşümünden kurum içi kültürel değişime kadar uzanan bu kapsamlı sohbette, yalnızca sorunlar değil, çözüm yolları da güçlü bir vizyonla ortaya konuyor. Emine Hanım’ın cevapları ders niteliğinde. Vakit kaybetmeden hemen okuyun.

Emine Erdem

-Merhaba Emine Hanım. Hoş geldiniz. İş yaşamında “Kapsayıcılık” önemi giderek artan bir kavram. Sizce kapsayıcılık ne demek?

Benim için kapsayıcılık, bireylerin farklılıklarının birer zenginlik olduğunu kabul etmek ve her bireyin potansiyelini gerçekleştirebileceği eşit fırsatlar sunan bir ortam yaratmak demek. Cinsiyet, yaş, engellilik, etnik köken ya da düşünce fark etmeksizin herkesin aynı imkânlara sahip olması, karar alma süreçlerine eşit şekilde katılabilmesi kapsayıcı bir yapının temeli.

Bu, sadece temsiliyeti değil, aynı zamanda zihinsel ve kültürel engellerin de ortadan kaldırılmasını gerektirir. Kapsayıcı bir iş ortamı, çeşitliliği teşvik eder, hakkaniyeti destekler. Böyle bir ortamda çalışanlar kendilerini değerli hisseder, bu da kurumların daha yaratıcı, dirençli ve verimli olmasını sağlar. Çalışanların aidiyet duygusu güçlenir, dolayısıyla kapsayıcılık verimlilik artışını beraberinde getirir.

Kapsayıcılık, sadece bireylerin değil, toplumun bütününün potansiyelini ortaya çıkaran temel bir ilke aslında. Herkesin kendini ait hissettiği, dışlanmadan, yargılanmadan katkı sunabildiği bir toplumsal düzen hem sosyal refahı hem de ortak geleceğimizi güçlendirir. Ekonomik kalkınmadan kültürel gelişime kadar her alanda ilerleme ancak farklılıkların tanındığı ve herkesin sürece dahil edildiği bir yapı ile mümkün.

- Bedensel engelli bireylerin iş yaşamında yer bulması kolay değil. Çoğu zaman bu kişilerin önüne en büyük engeli ön yargılarımızla, inşa ettiğimiz iş yerleriyle, onları görmezden gelerek biz koyuyoruz. Aslında önlerinde engel olmasak bile bazılarına yetecek. Bu konuda ne söylemek istersiniz?

Bedensel engelli bireyler iş yaşamına katılmak istediklerinde çok katmanlı engellerle mücadele etmek zorunda kalıyorlar. Bu zorlukları yalnızca fiziksel erişimle sınırlı düşünmek eksik olur. Zihinsel, yapısal ve kültürel bariyerler hâlâ güçlü biçimde varlığını sürdürüyor. Bu yüzden de engelli bireylerin işgücüne katılım oranı sadece %22 civarında. Bu ciddi fark, hem fiziksel engellerin hem de önyargıların sonucu. Dünya genelinde de benzer bir tablo var: Dünya Bankası'na göre, engelli bireylerin istihdam edilme olasılığı, engelli olmayanlara kıyasla iki kat daha düşük.

Bireysel engelli bireyler için iş yaşamına katılımda çok sayıda engel var. Fiziksel erişim, zorluklardan sadece bir tanesi.  Yanı sıra eğitim ve beceri gelişiminde fırsat eşitsizliği, istihdamda engelli bireylerin üretkenliğini sorgulayan önyargılar, yetersiz mevzuat uygulamaları ve denetim gibi sorunlar var. İş yaşamına katılmış engelli bireyler ise kariyer gelişiminde görünmez tavanlarla karşılaşıyorlar.

Peki ne yapmamız lazım? Yapılması gereken yalnızca kotaları doldurmak değil, nitelikli ve sürdürülebilir istihdam modelleri oluşturmak. Eğitimde erişilebilirliği artırmak, eğitimde ve beceri gelişiminde fırsat eşitliğini sağlamak, iş yerlerini kapsayıcı hale getirmek ve dijital araçları engelli bireylerin kullanımına uygun tasarlamak gibi fiziksel erişim engellerini ortadan kaldırmak ve önyargıları yıkacak farkındalık kampanyaları düzenlemek kritik adımlar. Bu noktada sivil toplum ve özel sektör işbirliklerini de çok değerli buluyorum ve ülkemizde bu gibi projelerin fark yaratan, iyi örnekleri de bulunuyor.

- Otizm ve Down sendromlu olan bireylerin çok büyük kısmı çalışmak için fırsat bulamıyor. Oysa bu grupların içinde eğitim alıp çalışabilecek kapasitede olanlar var. Otizmli ve Down sendromlu çalışanların sayılarının artırılması kurumlara ve topluma ne katar?

Otizmli ve Down sendromlu bireylerin iş yaşamına katılması, yalnızca bireysel bir hak değil, aynı zamanda kurumlar ve toplum için büyük bir kazanım sağlayabilir. Farklı gelişim özelliklerine sahip bireylerin istihdamı, çeşitliliğin gerçek anlamda hayata geçmesi demek ve bu çeşitlilik, organizasyonları daha yaratıcı, dirençli ve insan odaklı hale getiriyor.

Araştırmalar, özellikle otizmli bireylerin belirli görevlerde yüksek dikkat, tekrar eden işlerde istikrar, detay odaklılık ve özgün problem çözme yeteneklerine sahip olduğunu gösteriyor. Bazı global firmaların otizmli bireyleri yazılım testi, veri analizi gibi alanlarda istihdam ettiği programların büyük başarı kazandığı, verimlilik artışı yarattığı görüldü örneğin.

Benzer şekilde, Down sendromlu bireyler ise çalıştıkları ortamlarda pozitif işyeri kültürü yaratıyorlar. Empati duyguları yüksek, iletişimde içten ve samimi yapıları sayesinde ekip içi bağları kuvvetlendiriyorlar. Bu bireylerle çalışan ekiplerde aidiyet, sabır ve karşılıklı anlayış duyguları artıyor.

Makro ölçekte, toplumsal açıdan ise bu tür kapsayıcı istihdam modelleri; önyargıların azalmasına, sosyal dışlanmanın kırılmasına ve dayanışma kültürünün güçlenmesine katkı sağlıyor. Çünkü otizmli ve Down sendromlu bireylerin üretim sürecine katılması, onları “yardım edilmesi gereken” bireyler değil, “topluma değer katan yurttaşlar” olarak konumlandırıyor. Bu da hem etik hem de ekonomik açıdan toplumu ileriye taşıyacak bir etki yaratıyor.

Röportajın devamı yarın.